“Burası da Dörtyol işte, bu kadar. Ama bir de yukarda Şehitlik var, götürüym mü oraya da seni?” diye sordum.
“Olur…” dedi.
Yaşım 13-14 olsa gerek. Mahallemize yeni taşınan (ismini yanlış hatırlamıyorsam) Erkan’ın ilçe tanıtım rehberi olarak görevlendirmişti annem beni. “El kadar kasabanın neresini tanıtayım” diye sormadım, gezecektik eninde sonunda. Bir hafta sonu çıktık dışarı, biraz suskun bir çocuktu, ya da ben göreve kendimi fazla kaptırmış çok konuştuğum için fazla konuşmaya fırsat bulamıyordu. Mahalleden çıktık yola, Şadırvan, Saat Kulesi, Kilise, Gavur Hamamı derken kasabanın üst kısmı bitmişti. Ordan garaja gidip Uçapark’a uğradık. Sonra ilkokulum, top sahası, endüstri meslek, bir yandan da ben anlata anlata Dörtyol’da aldık soluğu. O Dörtyol ki, zamanında tek sosyalleşme mekanı, eşeğinin üstünde Nasrettin Hoca heykeli, altında “Dünyanın Merkezi Burasıdır” yazısı, bir iki çay kahve içilecek kulübemsi çay ocağı, yıllar sonra tamamlanacak olan belediye tesisinin kaba inşaatı… Neyse, hocanın heykeline tırmanıp eşeğinin altına oturup biraz soluklandıktan sonra “Bu kadar işte bu memleket, ha bir de yukarda Şehitlik var, gidelim mi oraya da?” dedim. “Oluuur..” dedi, u’yu biraz uzatarak. Daha konutlaşmanın yeni yeni baş gösterdiği, daha çok kır çayır olan engebeli yoldan bayır yukarı ilerlemeye başladık.
Yolda en az boyum kadar bir ağaç dalı gördüm, o zamanki boyum 1.50 vardır-yoktur; “Oğlum buralarda köpek falan olur, ben şunu alayım, çıkarsa aha bunla kafasını ezeriz” dedim ve aldım dalı elime, omzuma attım Keloğlan misali.
Anlata anlata yarılamışız bayırı, ben Erkan’a dönmüşüm konuşuyorum habire, duraksız, ne anlatıyorum ben de bilmiyorum, birden Erkan durdu, arkasını dönüp koşmaya başladı. “Noluyo lan?!” dedim, kafamı ileri çevirdim. Biraz uzakta bir köpek, yanında da iki köpek yavrusu, hızla bize doğru koşuyordu. Omzumdaki ağaç dalını yere savurdum ve ben de Erkan’ın arkasından koşmaya başladım. Arada kafamı arkaya çeviriyordum ve her seferinde köpek biraz daha yaklaşmış oluyordu, bağırıyordum ama ne dediğimi bilmiyorum. Sonra bir an köpeğin nefesini hissettim, gerçekten hissettim. Ve hissettiğim o anda sağ bacağımı ileriye çekemedim, yüzüstü yere yuvarlandım.
Yerde uzanmış yatıyordum, bağırmak istiyordum ama nefesim kesilmişti, kalkıp koşmaya devam etmek istiyordum ama herhangi bir yerimi oynatamıyordum. Sol kulağımın üzerinde yatıyordum öylece, bir terslik vardı bu işte ama ne olduğunu tam kavrayamıyordum. Tüm hislerim yok olmuştu sanki, zaman durmuştu, orda öyle uzanıyordum, dünya dönmüyordu, bu an aslında yoktu, ben de yoktum aslında, burası hiçbir yerdi… Sonra gözümün önünde iki küçücük köpek belirdi, ikisi de gözlerimin içine bakıyor, birisi yüzüme doğru eğilmiş burnumu kokluyordu. Ben hala öylece yatıyordum.
Bir an sonra, vücudumu hafifçe yukarı kaldırıp kafamı arkaya doğru çevirdim, köpek ordaydı, bana bakıyordu, hiç de öyle saldırgan bir bakış değildi bu, süt dökmüş kedi gibi masum, pişman, tedirgin bir hava vardı bakışlarında. Kafasını hafifçe kaldırıp havladı ve arkasını dönüp geldiği yöne doğru ilerledi, burnumun dibindeki yavruları da onu takip ettiler. “Noluyor lan?!” dedim bir kez daha içimden. Sırtüstü döndüm yerde, dönebiliyordum, zamanın akışı devam ediyordu demek ki ve ben hissedebiliyordum, ama tek hissettiğim şaşkınlıktı. Bir süre sırtüstü uzandığım yerde köpeklerin gidişini izledim. Sonra doğruldum, biraz daha izledim, sonra diğer tarafa döndüm. Biraz uzakta Erkan vardı, yanında ise elinden tutan 3-4 yaşlarında bir çocuk ile esmer, kısa boylu bir adam duruyordu. Onlara doğru yürümeye başladım.
“Oğlum iyi misin?” dedi adam.
“İyiyim” dedim. “Noldu ki?”
Tam o anda sağ bacağımda bir acı hissettim. Kafamı eğip baktım, olduğu yerde duruyordu bacağım, herhangi bir aksilik görünmüyordu, kan yoktu, ama ağır bir sızı vardı. Eğilip pantolonumu sıyırırken ilk fark ettiğim kotumdaki delik oldu. Sonra pantolonu yukarı doğru çektim ve deliğin bacağımda bir oyuğa dönüşmesini gördüm. Kan yoktu, bembeyaz etime bakıyordum, derimin altını, kemiklerimin üzerini kaplayan ete… Ne kadar da derin görünüyordu, ne kadar ilginç diye düşünüyordum, kafamı kaldırdım, adam da Erkan da eğilmiş bacağıma bakıyorlardı. Tekrar eğdim kafamı ben de baktım biraz daha, bir şeyler düşünüyordum ama korkmuyordum. Derken adamın sesini duydum;
“Kimin oğlusun sen?”
“Güldürt’ün” dedim.
“Sen misin o tekne kazıntısı?”
Cevap vermedim. Adam eğilip kolumdan tuttu ve kaldırdı beni, sol tarafında eline sıkıca tutunmuş çocuğu vardı, sağ kolunu da benim koluma attı.
“Gel eve götüreyim seni de hastaneye gidelim” dedi.
Evi çok yakındı, o mevkide yeni yapılan konutlardan biriydi. Apartmanın önüne geldik, zile basıp karısına seslendi ve kolonya istedi. Kadın koşturarak elinde kolonyayla aşağıya geldi, adam kolonya şişesini aldı eline ve bacağımdaki oyuğa kolonyayı boca etti, sızlar diye düşünüyordum, sızlamadı.
Arabasına atladık ve mahalleye döndük, evin önünde durdu, zile bastı, ben de arabadan inip annemin üst katın camından bakacağını bildiğim için camın karşısına dikildim. Annem beni görünce camı açtı hızla, “Noldu?” diye bağırdı. Adam “Köpek ısırdı senin oğlanı…” dedi, annem başını arkasına çevirip babama seslendi, babam gelip camdan baktı ve 30 saniye sonra kapıdan çıktı. Adamla bir şeyler konuştular ve adamın arabasına binip bu sefer hastaneye doğru yola koyulduk.
Köpeğin kimin olduğunu, neden orada olduğunu ve neden beni ısırıp pişman bakışlarla uzaklaştığını asla öğrenemedim. Gerçi köpeği bulsak da bu sorular yine cevapsız kalırdı.
Sonrası koldan vurulan iğneler çok pahalı olduğu için göbekten (bir kez daha) yediğim 10 iğne; köpeğin alt dişlerinin bacağımın diğer tarafındaki küçük bir damarı kestiği için 15 gün boyunca her gün hastaneye gidip bacağıma pansuman yaptırmam; ağrının olayın gecesinde başlayıp bacağımın üzerine basmayı zorlaştırdığı için okula bir hafta bastonla gidip – gelişim ve yıllarca ne zaman bir köpek sesi duysam yolumu değiştirişim olarak özetlenebilir.
Yolda adamın babama dediği bir şeyi ise hiç unutmuyorum: “Bu çocuklar orada olmasaydı, o köpek bize saldırırdı.”
Yorum Gönder